Prof. Dr. Metin AYIŞIĞI
Küreselleşme, adeta herkese hoş çağrışımlar yaptıran bir sözcük oldu. Günümüzün küreselleşmecilerinin ne tür bir iktidarın egemenliği altında bir küreselleşmeden yana olduklarını her zaman açıkça ortaya koyduklarını söyleyemeyiz.
Bu çok samimi anlatım çerçevesinde savunulan, kuşkusuz emperyalizmin egemenliği altında tam bağımsızlık ilkesinin silinip gitmesinden, bir başka deyişle, çok sayıda bağımsız ve demokratik rejimler yerine tek ve evrensel bir imparatorluk rejiminin kurulmasından başka bir şey değildir.
İnsanlığın yüzyılların birikimi sonucunda kurulmuş olan millet-devletler, küreselleşme saldırısı karşısında zayıflatılmış ve milyarlarca insan bu nedenle açlığa, yoksulluğa ve toplumsal uçurumlara itilmiştir. Batı hegemonyasının temsilcisi olan ABD süper gücü, kendi çıkarları doğrultusunda bir dünya imparatorluğu oluşturmak üzere küreselleşme sürecine zorla devam etmek isterken, dünya halklarının uyanması karşısında bu kez savaş senaryolarını gündeme getirmiştir. Dünya ülkelerini çökerten, milletleri yok eden, halk kitlelerini açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden emperyal-küreselleşmenin, yâni ABD merkezli emperyalizmin devam edebilmesi için savaş senaryoları zorunlu olarak devreye girmiştir. Zira milyarlarca insanı artık daha fazla kandıramayacağını gören ABD, kitlelerin direnişe geçmelerine fırsat vermemek üzere savaş saldırılarını gündeme getirmiştir.
Körfez savaşında petrole bulanmış Karabatak görüntüleriyle irkilmiş, o dramatik anı duygusal bir müzik eşliğinde defalarca seyretmiştik. Fakat bu görüntülerin Alaska’da bir petrol tankeri kazasında çekildiğini ise çok sonra öğrendik. Çevrecilerden, hayvan severlere kadar tüm dünya kamuoyu Irak’a yapılan müdahaleyi neredeyse haklı buldu. Atari gibi seyrettiğimiz savaş sahnelerinin arkasında savaşın çirkin yüzü yine CNN tarafından kamufle edildi. Psikolojik savaş, sıcak savaşın oluşmasında da hazırlık koşullarını yerine getirmiş oldu.
Türkiye yıllardır psikolojik saldırıya uğramaktadır. Dikkat edilecek olursa, Türkiye ne zaman bağımsız bir dış politika izlemeye kalksa, içeride çeşitli sorunlar yumağı ile karşı karşıya kalmıştır.
Türkiye Lozan‘da Musul üzerindeki haklarını aradığı zaman içeride gerici şeriat maskeli etnik bir ayaklanmayı yani Şeyh Sait ayaklanmasıyla uğraşmıştır. Türkiye, Hatay’da bayrak gösterdiği zaman içerde Dersim Ayaklanması ile uğraşmıştır.
Dünya yeni bir yapılanmaya giderken küresel üstünlüklerini devam ettirmek isteyen emperyalist ülkeler etnik parselasyonla ulusal devletleri bölmektedir. Bunu dini hatta mezhepsel bölünmeler izleyecektir.
AB İlerleme Raporu’ndan “ŞARTLI EVET” tavsiyesi’ çıktı. (1)
İlerleme raporunda Aleviliğe de atıfta bulunulmaktadır. Oysa, Lozan’da azınlık tanımı çok açıktır. Alevilik bir din değildir. Bazı Alevilere göre İslam’ın özü, kimisi mezhep, kimisi ideoloji, kimisi ise kültürel yapılanmadır.
AB bazı yetkilileri, ülkemizde yaşayan ve hiçbir ayırımcılığa tabi olmayan Kürt kökenli insanlarımızı ‘‘azınlık’’ olarak tanımladılar. Bu hem doğru değildir, hem de hepimize hakarettir. Ama özellikle Kürt kökenli insanlarımıza yapılmış büyük bir saygısızlık ve küstahlıktır.
Avrupa’da dağınık olarak yaşayan Alman azınlıklar bu konuda iyi bir örnek teşkil etmektedir. Danimarka ve İtalya’da yaşayan Almanlar ya da Almanca konuşanlar, Fransa ve Belçika’daki Almanlara göre çok ileri haklara sahiptirler. Azınlık statüsünde ve hatta özerk yönetimleri vardır. Oysa Fransa’da, Almanlar azınlık haklarına sahip değillerdir. Fransa, aynı şekilde Korsika’ya tanıdığı hakları, Bask azınlığa da tanımamaktadır. Bilindiği üzere Basklar, komşu İspanya’da azınlık ve özerk yönetime sahiplerdir.
Almanya’da ise ilginç bir şekilde Yahudiler azınlık değildir. Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve Hollanda gibi yarım milyondan fazla Müslüman’a sahip ülkelerden hiçbirinde Müslümanlar azınlık değildir. Yunanistan’da ise Batı Trakya Türkleri Müslümanlar azınlıktır; ama onlara göre de Türk azınlık yoktur.
Yani Avrupa Birliği’nde ortak bir azınlık tanımlaması olmadığı gibi, azınlıklara nasıl haklar verileceği de ulus devletler tarafından ayrı ayrı kararlaştırılıyor. Her üye ülkenin farklı uygulamaları söz konusudur. Dolayısıyla AB’nin, Türkiye’ye herhangi bir azınlık grubu veya azınlık hakkı dayatması yanlıştır.
Lozan Antlaşması’nın 39. maddesinin 4. ve 5. Paragrafları, Kürt halkına azınlık statüsü tanımayarak ayrıcalığa yol açan bir durum da yaratmamıştır. Ama, ortak hukuk ve bireysel haklar çerçevesinde Kürtlerin ve diğer Türk uyruklarının ana dillerini yazılı basın ile radyo ve televizyon yayınlarında kullanma ve bu bağlamda kendi kimliklerini benimseme hakkını tanımıştır.
Lozan’ı her fırsatta ileri sürenlerin, antlaşmanın bu maddesini unutmaları ilginç değil midir ?!.. AB’ye üyelik sürecinde uygulanması gereken kapsamlı reformların koalisyon ortakları arasında yeni bunalımlara ve tıkanıklıklara yol açacağı bellidir.
Türkiye’de kimin azınlık olduğu, Lozan anlaşmasıyla 1923 yılında belirlenmiş ve tanımlanmıştır. Onlar Müslüman olmayan Türk uyruklu vatandaşlarımızdır. Türkiye’nin başka hiçbir azınlığı kabul etmesi mümkün değildir.
Rapordan bir bölüm: “Kültürel haklar konusunda ilerleme olmuştur ama Yayıncılık ve Eğitim alanında kısıtlamalar sürmektedir.”Yani özellikle Kürtçe yayın ve Kürtçe eğitimi başlatın istemi. Peki arkası? Nasıl gelecek? bilemiyoruz..
Avrupa değerlerinin evrenselleşmesi diye başlayan sığ ve kişiliksiz yorumların ardında temel bir değişimin Türkiye’ye dayatılması yatmaktadır. Türkler, tarihleri boyunca sahip oldukları değer ve kimliklerini, hayat tarzlarını, dünya tasavvurlarını yeniden düzenleyecek uzun soluklu bir değişime zorlanmaktadır.
Diğer taraftan terör örgütlerine neredeyse açıkça destek verilmekte ve Ermeni sözde soykırımı ile Sevr’i çağrıştıran Avrupa Parlamentosu kararları Ankara’ya zorla kabul ettirilmek istenmektedir.(2)
Avrupa Birliği; 1981’den 16 Nisan 2003 yılına kadar, içeri alınan Yunanistan, İspanya, Portekiz, Avusturya, İsveç, Finlandiya; 2004’te tam üye olacak 10 ülke; 2007’de içeri alınacak Bulgaristan ve Romanya ile ”Gümrük Birliği” imzalamamıştır.
Çünkü, ülke tam üye olduktan, içeri alındıktan, ”masaya yetkili olarak oturduktan sonra” oluşabilecek bir yükümlülüktür. Türkiye’nin imzaladığı, ”benzeri görülmemiş” Gümrük Birliği, sadece iki kasaba devleti olan San Marino (25.000) ve Andora (35.000) tarafından imzalanmıştır.
Benzeri görülmemiş Gümrük Birliği ile Türkiye bir tuzağın içine çekilmiştir. Sanayi, tarım ve hizmetler sektörlerinde ekonomi sömürülmektedir. Diğer adaylar Türkiye’nin durumunda değildirler.(3)
AB’nin, Kopenhag kriterleri dışında, Türkiye’nin önüne koyduğu koşullar ve talepler ulusal çıkarlarımızla bağdaşmamaktadır. Bunlar da Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından da reddedilmektedir.
Türkiye, AB’ye karşı değildir; AB’nin Türkiye’ye karşı izlediği ”ayırımcı ve özel statüye götüren” ilişki düzenine karşıdır.
Bu süreç ve buna ilişkin Batılıların takındığı tavır sadece Cumhuriyet sonrası ile sınırlı değildir. Tarihi bilen ve geçmişte yaşananlardan ders çıkaranlar, Türkiye’nin adım adım nereye çekildiği hakkında yeterince uyarıcı ipuçları elde edebilirler. Zaten tarih de bunun için yani geleceğimizi okumak için bir başvuru kaynağıdır. Tanzimatla başlayan Avrupalılaşma serüvenimizin zorlayıcı boyutunu görmezden gelen bir yaklaşımla AB yorumlaması yapılamaz. Tanzimatla başlayan eşitlik ilkesinin gayr-i müslimler lehine Osmanlıya müdahale aracı haline getiren stratejinin AB raporuna “Aleviler ve Kürtlerin azınlık hakkı”na gelip dayanmış olması hiç de şaşırtıcı değildir.
AB’den Lozan’da değişiklik istemi : “Kürtlerin de kimlikleri korunmalı”
1923 Lozan Antlaşması altında Türkiye’de azınlıklar yalnızca üç gayr-i müslim topluluktan oluşmaktadır. Türkiye’nin azınlık kavramını Lozan Antlaşması’ndaki üç gayr-i müslim toplulukla belirleyen yaklaşımının ”modern milletlerarası standartların” gerisinde olduğunu savunan AB Komisyonu, ”Kürtlerin de aralarında bulunduğu öteki toplulukların” haklarının arttırılması gerektiğini ileri sürdü. İlerleme Raporu’nda, Türkiye’nin milletlerarası anlaşmalara koyduğu çekincelerin, azınlık haklarının korunmasını engelleyebileceği ifade edildi.
Türkiye’de, Lozan’da tanınan azınlıkların yanı sıra Kürtlerin ve diğer toplulukların sorunlarının milletlerarası hukuk çerçevesine girdiği savunulan raporda, Türkiye’nin bu konudaki anlaşmalara koyduğu çekincelerin, azınlık haklarının korunması alanında daha fazla ilerlemeyi engelleyebileceği savunuldu.
AB Komisyonu, İlerleme Raporu’nda Türkiye’den azınlıklar konusunda ”açılım” istedi. Türkiye’nin azınlık kavramını Lozan Anlaşması’ndaki üç gayr-i müslim toplulukla belirleyen yaklaşımının ”modern milletlerarası standartların” gerisinde olduğunu savunan Komisyon, ”Kürtlerin de aralarında bulunduğu öteki toplulukların” haklarının arttırılması gerektiğini savundu. AB Komisyonu’nun, Batı Trakya’daki ”Türk azınlık” için ise Yunanistan’ın politikaları çizgisinde Türkçe konuşan ”Müslüman azınlık” ifadesini kullanması dikkat çekiciydi.
VERHEUGEN’in DİYARBAKIR’I TEFTİŞİ
Geçtiğimiz günlerde Kars ilimizi ziyaret ederek “Kars Büyük Ermenistan sınırlarının içerisindedir” deme cürretini gösteren Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Born ve Karadeniz sahillerini gezerek orada ABD’nin kuracağı askeri üsler için nabız yoklayan ABD’nin Ankara Büyükelçi Edelman’dan sonra, AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Gunter Verheugen’e geldi.
AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günther Verheugen Almanya’da yaptığı açıklamada, Türkiye teftişiyle ilgili bilgi verdi. Ülkemiz ve milletimiz hakkındaki hakarete varan ifadelerinden tanıdığımız küstah adam, Ankara, İstanbul, İzmir ve Diyarbakır’da, azınlık cemaatlerinin temsilcileriyle görüşüp Türkiye hakkında rapor hazırlayacağını açıkladı.
Şuraya bakın, Sanki Mütareke dönemindeyiz ; ve de acz içindeyiz.. Oysa büyük önder, eşsiz komutan Mustafa Kemal Atatürk 85 yıl öncesinde şöyle sesleniyordu :
“Milli sınır içinde vatan bir bütündür. Hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir bütün…Manda ve himaye kabul edilemez”.
Verheugen’in Diyarbakır ziyareti, “Bölücü terörün siyasallaşması için hukuki zemin arayışı mı yoksa ? Ama bilinmelidir ki :
Ne Mutlu Türk’üm Diyene.. Cumhuriyetimizin ve Devletimizin temel dayanağıdır.
“Türk-Ermeni sınırının hala kapalı olmasından hoşlanmıyorum” diyen AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi, Erivan’da, Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan ile birlikte düzenlediği basın toplantısında, “kapalı sınırlar konusunun, Türkiye’nin AB üyeliği için gerekli önkoşullardan biri olabileceğini göz ardı etmediğini” de söyledi. “Kişisel olarak, Türk-Ermeni sınırının kapalı olmasından ve Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki bulunmamasından hoşlanmıyorum” ifadesini kullanan Prodi’nin, sınırların açılması yönündeki çabaları desteklemeye hazır olduğunu dile getirdiği belirtildi.
HEDEFİMİZ AVRUPA DA, YA AVRUPA’NIN HEDEFİ NEDİR?
İlginç olan Batı kapitalizmi kendi içinde ”bütünleşirken” dışarıdakilere ”çözülmeyi” öneriyor ve çözmeye zorluyor. Küreselleşme öneren Batı kapitalizminin kendi içinde daha ulusalcı bir gelişme içine girmeğe başlamıştır.
Bu arada Avrupa Birliği’nin Türkiye hedeflerine bakarak, ya da en azından son 15 yılda neler yapmış olduğuna bir göz atmakta yarar vardır :
* 1989’da doğru dürüst bir gerekçe gösterilmeden Türkiye’nin tam üyelik başvurusu geri çevrilmiş ve zaman zaman ”Seni almıyorum, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’nde Türkiye’ye yer yok” denmiştir.
* Güneydoğu’da terörü yıllarca desteklenmiş. Önce PKK’nin, sonra KADEK’in baş savunucusu olunmuştur. Para, silah ve yayın olanakları sağlanmış. Şimdi de Güneydoğu’ya özerklik istemeye cüret edilmektedir..
* Apo’nun serbest bırakılma önkoşulları ise aşama aşama uygulanmaya konmaktadır:
O da büyük bir olasılıkla yoğunlaşacak olan “yeni PKK saldırıları”nı durdurup, “kan dökülmesini” engelleyerek “barışı sağlamak” üzere serbest bırakılacaktır.
* Avrupa Parlamentosu, ”Türkler Ermenilere soykırım uyguladı. Bunu kabul ederlerse ilikşiler gelişir” diye kararlar çıkartmıştır. Yani, ”Büyük Ermenistan’ın” altyapısı hazırlanmaya çalışılmaktadır.
* 2003’te Irak, ABD ve İngiltere tarafından işgal edilirken Kuzey Irak’a Türkiye’nin müdahalesine ABD ile birlikte karşı çıkılmıştır. Kuzey Irak’ta Türkiye’ye rağmen bir Kürt devleti kurulmasına yardım edilmiş, edilmeye de devam edilmektedir.
* 1995’te, Türkiye içindeki gayri milli sermaye çevreleri ile birlikte kotardığı 6 Mart 1995 Gümrük Birliği belgesi ile Türkiye’yi tek yanlı AB’ye bağlamıştır.
* Avrupa Birliği çevreleri, kurumları ve Türkiye raportörleri sürekli olarak; “- Biz Atatürk fikrinden rahatsızız.” ; ” Cumhuriyet ilkeleri ile Türkiye kabul edilemez”; “Türkiye’nin önündeki en büyül engel Kemalizm” demeye başlamışlardır..
Bütün bu saydıklarımız işin bir kısmıdır. Bizim AB sevdamız, öyle bir dış politika seçeneği olarak yürümemektedir ki, AB bu sevdamızı kullanarak Kıbrıs’ı, Ege meselesini, Patrikhane meselesini, Heybeliada Ruhban Mektebi’ni Hıristiyan dünyanın keyfine göre hallettikten ve uyum yasaları adı altında Atatürk ve laikliği iyice örseledikten sonra “Bu iş olmaz” derlerse fazla şaşırmamak gerekir.
AB bizimle ilişkilerini bir tür Sevr’e boyun eğdirme şeklinde sürdürüyor. Adeta örtülü bir Sevr imzalatıyor. Ne var ki bunu Kopenhag Kriterleri adıyla, özellikle Ortak Katılım Belgesi ve İlerleme Raporları denen hakaret ve küstahlık belgeleriyle yürütüyor.
Unutmayınız ki Sevr Antlaşması’nın 62. Ve 64. Maddeleri Kürtlere devlet kurma hakkının güvencesini üç devlete tanımıştı : Fransa, İngiltere ve İtalya. Bu arada gelişmeleri büyük bir dikkat ve iki yüzlülükle izleyen ABD.
Kurtuluş Savaşı Sevr’ i tarihin çöplüğüne atmış, yerine Lozan Antlaşması’nı getirmiştir..
”Atatürkçü ve Cumhuriyetçi geçinenlerin” hedefimiz Avrupa demesi.. Avrupa Parlamentosu’nun kararlarına destek anlamına gelmiyor mu ?
– Gümrük Birliği ile kurulan ve Türkiye’yi batırmakta olan tek yanlı düzenin savunuculuğu olmuyor mu?
– AB’nin Türkiye’de desteklediği bölücülüğe arka çıkmak olmuyor mu?
– Ve nihayet Türkiye’nin bütünlüğüne, Cumhuriyet ilkelerine ihanet etmek anlamına gelmiyor mu?
Sanki Türkiye ile Avrupa Birliği arasında ilişkiler diğer aday ülkelerde olduğu gibi normal bir seyirde gidiyormuş gibi davranmak ve AB’nin sömürgeci ve dayatmacı politikalarını görmemek, Türkiye’nin sömürgeleşmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Bugün ”milli cephe ile gayri milli cephe arasında” bir çatışma yaşanmaktadır. Batı kapitalizminin içimizdeki uzantıları gayri milli cepheyi oluşturuyorlar.
– Bunlar toplumsal haklar istemiyorlar. Sadece bireysel haklar, etnik haklar, bölgesel haklar görmek istiyorlar.
– Ulusal bütünlük yerine ”bir mozaik” oluşturmak amacındalar.
– Milli bütünlüğün yerine bireysel, etnik, kültürel, bölgesel bölünmüşlükler istiyorlar. O zaman şirketleri (ve egemenlikleri) daha kolay gelmiş ve yerleşmiş olacaktır.
İç ve dış ilişkiler dengelendiği zaman, iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel dengesizlikler de ortadan kalkmaya başlar. Tarih hep bu gerçeği doğrulamıştır.
Biz bu gerçeği Mustafa Kemal ‘in sağlığında en iyi gören ve yaşayan bir milletiz, bunu hiç unutmayalım.
Türkiye artık kendi iç sorunlarını, AB ipoteği altına girmeden çözmek zorunda olduğu gerçeğini anlamalıdır. Demokratikleşme, ekonomik gelişme, sosyal reformlar ”AB’ye üyelik perspektifi” ipoteğinden ayrılamadığı sürece Türkiye, ne iç dengelerinde ne de AB ve diğer ülkelerle olan ilişkilerinde, milli çıkarlarını gözetme perspektifini sağlayabilir.
Dışardan önerilen yol haritaları ve ev ödevleri ile yeryüzünde, gelişmesini başarı ile sürdürebilen bir ülke yoktur, olamaz da. Çünkü her toplum, her ülke, her topluluk (AB) karşısındakinin çıkarını değil, önce kendi çıkarını düşünür. Bu da çok doğaldır.
Millî Mücadele Yıllarında Millî Egemenlik İlkesinin Yeri ve Tarihi Gelişimi
Mustafa Kemal, giriştiği hareketin ve mücadelenin bu temel unsurunu, daha 1919 Haziranında, ortaya açıkça koymuştur:
”Milletin istiklâlini yine milletin azm-ü kararı kurtaracaktır. Milletle birlikte fedakârane çalışacağım… Sine-i milletten ayrılmayacağım”.
Atatürk’ü yanlış anlayan veya kasden yanlış anlatmak isteyenlere hatırlatılması gereken gerçek şudur : Atatürk Millî Mücadeleye ”Millî Egemenlik” bayrağı ile başlamış, daha Erzurum Kongresinden itibaren, ”Millî İradenin başlıca güç kaynağı” olduğunu ilân etmiş bir liderdir. Türkiye Cumhuriyeti, bir “millet devlet” tir. Çünkü, sınırları “milli sınırlar” dır. Bu sınırlar, 1918 yıkıntısı sonucunda, “gerçekçi” ve “milli” liderinin “Misak-ı Milli” ile tespit ettiği “anavatan” ın, “fiili” ve “doğal” sınırlarıdır. Özellikle ve önemle belirtilmesi gereken bir diğer husus da şudur: “Milli devlet” in vazgeçilmez ve birbirini bütünleyen iki ana ilkesi, “antiemperyalizm” ve “tam bağımsızlık” tır.
İzmir’de şöyle sesleniyordu:
”Bir devlet istiklâli tammına ve bir millet bilâ kayd-ü şart hâkimiyetine malik ve sahip bulunmadıkça, o devlet ve millet için hayat, refah ve şeref olamayacağını takdir eden milletimiz, bu levazımı temin etmedikçe yaşamak mümkün olamayacağına kani olmuştur. Milletimizin bütün hakikatleri anlamakta gösterdiği rüşt ve kabiliyet şayanı iftihardır. Artık bu milleti esir ve bu memleketi müstamere veya malikâne yapmak hevesinde bulunanların ne büyük gaflette oldukları anlaşılır.”
Ve O yine büyük devlet adamı, herhangi bir alanda bağımsızlığı kaybetmenin, onu tümüyle yitirmek sonucuna götüreceğini hatırlatıyordu :
”Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin özüdür. Bu görev, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir… Bizden öncekilerin yaptıkları yanlış işler yüzünden milletimiz, SÖZDE BAĞIMSIZDI, ama gerçekte BAĞIMLI bulunuyordu. Şimdiye değin Türkiye’yi, uygarlık dünyasında kötü gösteren neler düşünülebilirse hep bu yanlıştan ve hep bu yanlışı sürdürmekten doğuyor. Bu yanlışı sürdürmek, yüzde yüz, ülkenin ve milletin bütün onurundan ve bütün yaşama yeteneğinden uzaklaşması ve yoksun kalması sonucunu doğurabilir. Biz, yaşamak isteyen, onuruyla yaşamak isteyen bir milletiz. Bir yanlışı sürdürmek yüzünden bu niteliklerden yoksun kalmaya katlanamayız.
… TAM BAĞIMSIZLIK demek elbette siyasa, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, milletin ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz. Görünüşte ve üstünkörü barış yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz; ama tam bağımsızlığımızı tamamlayacak olan bu gibi barışlar ve anlaşmalarla milletimiz, hiçbir zaman canlılığa ve esenliğe erişemeyecektir. Belki, silahlı çarpışmasını bırakarak yıkıma sürüklenmeye yol açmış olacaktır. Eğer milletimiz bunu kabul etseydi, bunu kabul edecek nitelikte bulunsa idi, iki yıldan beri savaşmak hiç de gerekli değildi”.
“Türk yurdunun ve halkının bağımsızlığını ve güvenliğini milletin ve devletin kendi gücüne ve mücadele bilincine değil de, büyük devletlerin insafına, ”büyük dost”un adalet duygusuna bırakan safdillerin, milleti ne kadar yanlış bir yola götürdüklerini, aklı başında biraz bilgi ve cesaret sahibi her Türk kolayca takdir edebilir. Özellikle tarihi, hele sömürgeler tarihini ve zamanımızda fiili manda (vesayet) altında bulunan devletlerin nasıl bu hale geldiklerini (yani yeni emperyalizmi) biraz inceleyen kişiler… Eğer bunlar, olaylara ve sorunlara kendi çıkarları açısından değil de, objektif olarak bakabilme yeteneğine de sahiplerse, onların ”himaye, manda, müzaheret”, hatta ”sürekli yardımı” gibi ilişkiler arkasında ne niyetlerin yattığını ve bu ilişkilerin uzantısında (önünde) zayıf devlet için ne büyük tehlikelerin yatmakta olduğunu görmemeleri düşünülemez. “
Atatürk’ün şu sözleri, değişmez düstur olma değer ve niteliğini asla kaybetmeyecektir.
”Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği itiraf etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür.”
Ne yazık ki Türkiye, ”millet devlet kimliğinden” hızla uzaklaşmaktadır. Böylece, “milli sınırlar” ın değişmezliği unutturularak, “milli devlet” in bölünmez bütünlüğü yok edilmek istenmektedir. Mikro milliyetçilik ile “milli nüfus” dağıtılacak ; etnik ve dinsel kimliğin ortaya çıkarılması ile ”milli kimlik” silinecektir. Böylece, kökten dincilik alevlendirilerek, “milli egemenlik” ortadan kaldırılacaktır. Açıklıkla görülmektedir ki, niyet ve maksat “millet devlet” yapısını yıkmaktır.
Ulu Önder, milliyetçiliği; Milli Ant (Misak-ı Milli) sınırlarının belirlediği Türk vatanında, aynı uzun ve ortak geçmişin ortak dil, ülkü ve kültür birlikteliğinin oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkının, tam bağımsız ve onurlu yaşamı, ana öğe olarak algılayan birlikteliği olarak açıklamıştır.
Atatürk milliyetçiliğinin özü içeriye karşı, eşitlikçi, özgür bir Türkiye, dışa karşı, tam bağımsız bir Türkiye’dir. Tam bağımsızlıktan amaç siyasal, tutumsal, toplumsal ve kültürel bağımsızlıktır.
Daha sonraki yıllarda çeşitli vesilelerle dile getirilen “Yurtta Barış, Cihanda Barış” özdeyişi bu görüşün bir başka açıklamasıdır. Ulu Önderin, bu kişilikli, onurlu ve saygın dış politikası, daha sonraki yıllarda bağımsızlığını kazanmak üzere eyleme geçen milletlerin ortak paydasını oluşturmuştur. Bu düşünce, Ulu Önderin, özgün ideolojisinin evrenselleşmiş boyutudur.
Bu görüşlerle, Atatürkçü milliyetçi görüşün, milletlerarası bütünleşmeye karşı olduğu biçiminde ortaya atılan savların, ne kadar sığ ve dayanıksız olduğu da ortaya çıkmaktadır. Ulu Önder Atatürk, milletlerarası bütünleşmeye değil, devletin bağımsızlığını zedeleyen milletlerarası tekelleşmelere, sömürüye, kişiliksiz, onursuz, küçük düşürücü ilişkilere karşıdır. Yüce Önder, milletlerarası ilişkilerde, devletlerin eşit koşullar altında, birlikteliğini öngörüyor, dış politikasını buna göre düzenliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlığı bu düşüncelerle, Lozan’da, tüm uygar dünyaya kabul ettirilmişti.
Atatürk milliyetçiliği çağdaşlaştırıcı bir milliyetçiliktir. Atatürk milliyetçiliği milleti dinsel, mezhepsel, ırksal ayrılıklara, bölmeye; ümmet ve cemaat olarak yaşamaya karşıdır. Atatürk milliyetçiliği toplumsal, siyasal, kültürel içeriği yanında Ekonomik içeriği de olan bir milliyetçiliktir. Milletin, devletin yeraltı, yerüstü varlıklarının işletilmesinde, sanayiin kurulup geliştirilmesinde iç ve dış ticarette milliyetçiliği öngörür ve bu doğrultuda karar alınmasını ve uygulamaya geçilmesini ister.
Açıkladığımız tüm bu nedenlerden ötürü dinsel bağnazlık içinde olanların, dini siyasallaştırmak isteyenlerin yanı sıra Küreselleşme – Globalleşme – Yeni Dünya Düzeni yandaşları Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşıdırlar.
Ve ülkemizde bu Yeni Dünya Düzeni yandaşlarının çoğunluğu İkinci Cumhuriyetçidirler. Küreselleşme kendi amaçlarına ulaşmada en büyük engel olarak millet-devleti görmektedir. Atatürkçü düşünce sistemi ise özde millet-devleti benimser. Küreselleşme yandaşları bu nedenle de Atatürkçülüğe karşıdırlar. Oysa Atatürkçü düşünce sisteminin milliliği yanında evrensel yönleri de vardır. Atatürkçü düşünce sistemi çeşitli yönleriyle dünyaya açıktır. Atatürk ülkemizin bağımsızlık savaşının zaferle sonuçlanmasıyla yetinmemiş; Asya, Afrika ve Güney Amerika’nın çeşitli renkten ve soydan milletlerinin yanında yer almıştır. Atatürk onları ”mazlum milletler”, ”mazlum ülkeler” olarak tanımlamaktadır.
Yeryüzünde ileri bir bilimsel ve teknolojik küreselleşme yaşanmaktadır. Teknolojik küreselleşmenin getirdiği olanaklarla siyasal bir küreselleşmeyi dayatan emperyalizm, kitleleri baskı altına almıştır. Amaç, millet devlet anlayışını yok etmektir. Türkiye’deki piyasa ekonomisi, özelleştirme ve küreselleşme bayraktarları ile siyasal İslamcılar millet devlete karşıdırlar. Ayrılıkçılar da emperyalist güdümlü olduklarından Kemalist millet-devlete düşmandırlar. Kendileri için düşündükleri güçsüz ve şoven devlet, tam küreselcilerin istediği gibi bir devlettir.
Türkiye Cumhuriyeti, bir “millet devlet” tir. Çünkü, sınırları “milli sınırlar” dır. Bu sınırlar, 1918 yıkıntısı sonucunda, “gerçekçi” ve “milli” liderinin “Misak-ı Milli” ile tespit ettiği “anavatan” ın, “fiili” ve “doğal” sınırlarıdır. Özellikle ve önemle belirtilmesi gereken bir diğer husus da şudur: “Milli devlet” in vazgeçilmez ve birbirini bütünleyen iki ana ilkesi, “antiemperyalizm” ve “tam bağımsızlık” tır.
Peki bugünün medyası ile Kurtuluş Savaşı’nın en büyük düşmanlarından biri olan o zamanın mütareke basınını karşılaştırırsak neler söyleyebiliriz? Belirli paralellikler var mıdır?
– Bir bakıma onları mütareke basınının uzantıları diye niteleyebiliriz. Çünkü mütareke basınının isteklerini günümüz basını başka yönden, aynı amaca doğru giderek fakat yöntemini değiştirerek; daha demokratikmiş gibi, daha insan haklarına saygı gösteriyormuş gibi demokrasinin nimetlerinden faydalanması gerekiyormuş örtüsüne bürünerek yürütmektedirler.
Küreselleşmenin Demokrasiyle Çelişen Sonuçları Karşısında
ATATÜRKÇÜLÜK
Kemalizm, 20. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da ezilen milletlerin esin kaynağı olacaktır. Bugün de adına küreselleşme denilen sömürü sistemine karşı koyabilmek için temel ve ikincil çelişkileri doğru olarak analiz edebilmek ve ona göre stratejiler oluşturmak durumundayız. Diğer üçüncü dünyacı ideolojilerle birlikte Kemalizm, bu analizi yapabilmek için gerekli olan kuramsal altyapıyı bize sağlamaktadır. Kemalist ideolojiyi, diğer üçüncü dünyacı antiemperyalist akımlardan ayıran en önemli yanı, eleştirel akılcı felsefi yapısı ve kullandığı yöntem olmuştur. Kemalizm bir toplum mühendisliği projesi olarak Türk milletinin sorunlarını çözmeyi amaçlamıştır.
Kemalist Devrim toplumdaki bağımsızlıktan yana olan tüm güçleri bir cephe halinde toplayan ve önce antiemperyalist bir bağımsızlık savaşı yapan ve ardından da çağdaş ve modern bir devletin kuruluşu şeklinde ortaya çıkan bir modeldir.
Kalküta’dan Cezayir’e kadar bütün bir üçüncü dünyada, hatta Latin ve Orta Amerika’da, Uzakdoğu’da Türkiye’nin dünyanın genel çizgisine aykırı olan ve otomatik olarak birbirini izlemesi beklenen olaylar silsilesini durduran bu gelişmeye karşı hayranlık ve sevgisi yıllarca sürecektir.
Hele ki II. Dünya Savaşı’ndan sonra eski sömürge ülkeleri kendi bağımsızlık savaşlarını yaparlarken bu ülkelerin aydınları için Kemalist Devrim Modeli uygulanabilir ve denenmiş bir modeldi. Yani toplumda şu ya da bu sınıfa dayanmadan ki bu eski sömürgelerin çoğunda bu sınıflar yoktu, aynen Türkiye’de olduğu gibi; önce bir bağımsızlık mücadelesi ve ardından çağdaş ve modern bir devlet. Çünkü bu eski sömürge ülkelerinin aydınları da aynen bizim Jön Türkler gibi ya Batı’da okumuş, ya da Batı tipi eğitim kurumlarında eğitilmiş insanlardı. Bundan dolayı Kemalist devrim modeli evrensel bir modeldir. Bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti dünyanın en prestijli, en saygın ülkelerinden biriydi. Bütün yoksulluğuna, fakirliğine rağmen..
Devletler, ortak umutları, amaçları olan insanların biraraya gelerek oluşturduğu sosyal kurumlardır. Bu insanların ortak amaç ve umutları işte o devletlerin kuruluş felsefesini belirler. Bu insanlar o devletleri çoğu zaman büyük zahmetlerle, kanla, gözyaşlarıyla kurarlar. O devlet bir kez kurulduktan sonra kuruluş felsefesini ne azınlık değiştirebilir ne çoğunluk. Ancak ve ancak o devlet yıkılır; bir savaş çıkar, işgal edilir; bir iç savaş çıkar, taş üstünde taş kalmaz, yeni bir devlet kurulur; ancak o zaman yeni bir felsefeyle kurulabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi şudur:
Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.(4)
Türkiye Cumhuriyeti halk egemenliğine dayanan laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu değişmez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez.(5)
Bizim şu andaki çağdaş ve laik düzenimiz, Kemalist ideolojiye sahip olan devlet felsefemiz sadece şu bizim Misâk-ı Milli sınırlarımız içindeki 60 milyonun değil, hem bölgenin hem de dünyanın güvencesidir. Biz eğer bunun bilincinde olursak 21 yüzyıl Türkiye’yi dünya üzerinde hak etmiş olduğu gururlu yere koyacaktır.
Atatürk, ülkemize yepyeni bir çehre kazandırıp tarihe geçen çağdaşlaşma hareketlerini gerçekleştirirken, bir noktayı daima göz önünde bulundurmuştur. O da Türk’ün kendi öz benliğini kaybetmeden, kendi kimliğini, kültürünü unutmadan yeniliklere adapte olabilmesi, onları kendi milli kültürü içinde sindirebilmesidir. Aksi bir durumun milletimizi içten içe çürüteceğini bilen Atatürk, Türk milletini millet yapan unsurları; tarihini, dilini, dinini yani kısaca kültürünü her zaman yaşatacak köklü tedbirler almıştır:
Bundan 75-80 yıl öncesini anlatan Söylev bugün dahi son derece önemli bir kaynak olmasını neye borçludur ?
– 1927 yılında okunan Söylev, 73 yıl öncesinden günümüze, olabileceklere ışık tutan bir yön taşımaktadır. 1919 yılından başlayan bir tarihsel kesit sürecinin dışında günümüzdeki olaylara da yer yer ışık tutan, yer yer yorumlar getiren bir belge niteliğiyle günümüzde de yararlanılabilip başvurulabilen, önemini koruyan bir kaynak olması bakımından çok önemlidir.
Örnek verecek olursak, Güneydoğu Anadolu’da başlatılan sorunun bir benzerini Atatürk de yaşamıştı. Kuzeyde, Karadeniz sahilinde Yunanlılar bir Pontus-Rum Devleti kurmak istiyorlardı. 1919’lara gelindiğinde bu istek o kadar alevlendi, o kadar büyüdü ki, merkezi Trabzon olan Pontus Devleti’nin kurulması için Yunanlılara diğer ülkeler de yardım etmeye başladılar. I. Dünya Savaşı’ndan kalan silahlarla birlikte Karadeniz kıyılarına Rusya’dan getirilen Rum ve Ermenileri çıkardılar ve bunlar çete kurarak, dağlara çıkarak Karadeniz kıyılarındaki Türkleri “kırma” , o bölgeden tamamen temizleme görevini üstlendi!. Aynı PKK’nin yaptığı gibi… Nasıl Güneydoğu Anadolu’daki hareketi dış güçler paraca, askerce, silahça destekliyorlarsa, Pontus Devleti de aynı şekilde desteklenip beslendi. Ama Atatürk bu işe el attı ve askeri yönden çözüme gitti. Gerçekten oradaki bir birlik adım adım Karadeniz Bölgesi’ni dolaşarak Pontusçuları yok etti. Bu hülyanın asla gerçekleşemeyeceğini Yunanlılara ve Batılılara ispatlamış oldu.
O gün Pontus, bugün Ermenistan!..
O gün Pontus, bugün ise Kürt ve Ermeni sorunu, Batı’nın inadı sürüyor!..
Evet, bugün Türkiye benzer bir projenin uzantılarıyla; Kürt sorunu, Ermeni sorunuyla karşı karşıya bırakılmıştır. Atatürk aynı davranışı Lozan Antlaşması sırasında da yaşadı. Lozan Antlaşması bir türlü yapılamıyor, uzatıldıkça uzatılıyor ve 3-4 yıllık savaşın sorunları konuşulmuyordu. Oysa Osmanlı Devleti tanınmıyordu, devletler hukukundan da çıkarılmıştı. Ona rağmen Osmanlı sorunları ama Batı’nın kendi doğrultusunda yarattığı, yorumladığı sorunların hesabı Türkiye’den yani Atatürk ve ekibinden soruluyordu.
Atatürk onlara gereken cevabı “Yüzyılların sorunlarını, hesaplarını bizden soramazsınız” sözleriyle vermiştir. Ancak o hesabı 77 yıldan beri hâlâ soruyorlar. İşte buna karşı dirençli durabilmemiz için son 75-80 yıllık tarihimizi çok iyi bilmemiz gerekmektedir.
Söylev okullarda kaynak kitap olarak kullanılmalı ki, gençler bu ülkenin nasıl kurulduğunu, hem de belgeleriyle öğrenme şansına kavuşsunlar.
Nutuk, Bağımsızlık Savaşımızın, Cumhuriyetimizin kuruluşunun ve Atatürk Devrimlerinin Atatürk’ün kendisi tarafından anlatıldığı çok değerli bir kaynaktır. Büyük Atatürk sayesinde Türk milleti yok olmaktan kurtulmuştur. Millet olarak her şeyimizi borçlu olduğumuz bu yüce kişinin nasıl çağdaş ve milli bir devlet yarattığının belgesidir Nutuk.
Mustafa Kemal’in bir yandan dış düşmanlara karşı koyarken bir yandan da içerideki ihanet çetelerine ve padişaha karşı verdiği mücadelenin anlatımıdır Nutuk.
Kendisini milletine adamış büyük bir komutan, devrimci bir lider ve ufkun ötesini gören bir devlet adamı olan Atatürk’ün Türk milletinin gelecek nesillerine uyarılarda bulunmak amacıyla yazdığı, o zor günlerde yaşananların aktarımıdır Nutuk.
Atatürk Nutuk’ta bu ihanet cephesini ısrarla vurgulayarak Türk halkının gözleri önünde açığa çıkarmaktadır… Nutuk’un bir başka özelliği de; günümüzde çok sık karşılaştığımız bezgin, umutsuz ve çaresiz insanların içine ümit serpecek örnek çözümler üretmesidir. Bugünün Türkiye’si de 1919’un Türkiye’sine benzer sorunlarla boğuşuyorsa, bağımsız, laik ve demokratik bir Türkiye için yeniden mücadele vermek gerekiyorsa, başarılı olmak için tarihimizdeki o büyük kurtarıcıyı ve onun düşüncelerini örnek almalıyız.
Atatürk’ü doğru anlamak; Cumhuriyet tarihimizi bilmek; Ve bu gün yaşadığımız bir çok sorunun çözüm yolunu bulabilmek için ilk adım Nutuk’u okumaktır.
Bugün geniş propaganda ve kitlesel şartlama modelleri içinde, Millet Devletin temel değerleri yıpratılarak, kişi hak ve özgürlükleri görüntüsünde, toplumları parçalayarak, Millet Devletin birleştirici değerleri erozyona uğratılmaya çalışılmaktadır. Milli bilinç yerine, etnik farklılıklara destek verilmekte, din ve vicdan özgürlüğü görüntüsünde toplumun inanç yapılarındaki farklılıklar istismar edilerek, sosyal değerler sorun haline getirilmektedir. Bu tarz geliştirilmiş stratejilerle de ülke içinde farklı parametreler kullanılarak bölücülük himaye edilmektedir.
Liberal demokrasinin amacı özgürlükler olmakla beraber, ülkenin içinden geçtiği koşullar dikkate alınmadan, merkezi yönetimi zaafa uğratacak yasal düzenlemelerin topluma ileride getireceği siyasi ve sosyal yükün hesabı da yapılmamaktadır.
Küreselleşen ülkeler, ile Küreselleştirilmekte olan ülkelerin durumlarını ayni kefede tartmak isteyenler, büyük vebal altında kalacaklardır. Sonuç olarak Cumhuriyet değerlerini korumak durumunda bırakılmamalıdır. Bir siyasi rejim meşruiyetini kaybederse, ona karşı oluşacak her gayri meşru hareket tarih önünde kendi meşruiyetini oluşturur!.Tarihimizde, bunu en somut örneği Kurtuluş Savaşıdır !..
Atatürk’ün tutuşturduğu kurtuluş alevi, Anadolu bozkırlarıyla sınırlı bir amaca yönelmiş değildi. O, sömürgeciliğin ve emperyalizmin yeryüzünden ebediyen silineceği bir dünyanın kurulmasına katkı sağlamak amacıyla yola çıkmıştı. O, başından beri bilincinde olduğu bu durumu, 9 Temmuz 1992’de yaptığı bir konuşmasında şöyle açıklamaktadır:
“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır.”
Atatürk, ülkemizin, dış politikada tek bir devlete, tarafa bağlanmak yerine, dengeli bir politika izlenmesini sağlamış, öz değerlerden ödün vermeden kalkınıp güçlenmek ve ileri uygarlık düzeyine ulaşmak ile “Avrupa’yı taklit etmek”, “Avrupalılaşmak” gibi teslimiyetçi davranışlar arasına, net ve ayırıcı bir çizgi çizmiştir. Bu konu ile ilgili TBMM kürsüsünden şöyle seslenmektedir;
“…Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.”
Unutulmamalıdır ki Atatürk hayatı boyunca barışçı dış siyasetini korumuş fakat bu süreçte ülkenin tekrar emperyalist güçlerin ağına düşmesine neden olacak dönüşü olmayan yollara girmesini önlemiş ve gelecekte de aynı siyasetin devam etmesini öğütlemiştir. Bu konu ile söylediği sözlerden bazıları şunlardır;
“…Eğer ‘yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden nefret etmek anlamı çıkartılırsa, evet bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir… Yabancı girişimcilerin, yabancı amaçlarının içimizde uyandırdığı kaygılar bütünüyle ortadan kalkmış değildir. Eğer bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak, aşırı derece kuşkulu davranıyorsak, bize çok pahalıya mal olan özgürlüğümüzü kaybetmek korkusundandır.”
“…Milletimizin temel yararı ile ilgili konularda, yabancıların bizde hiçbir önemi yoktur. Biz gidişimizi, yabancıların görüşlerine uydurma güçsüzlüğünü kötü görenlerdeniz.”
Tam bağımsızlıkla ekonomik bağımsızlığı asla birbirinden ayırmayan ve her fırsatta, ülkenin ekonomik bağımsızlığının korumasının önemini vurgulayan Atatürk’ün aşağıdaki sözleri dikkat çekicidir.
“Tam bağımsızlık için şu ilke vardır; milli egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük amaçlara, bu kadar kutsal ve ulu hedeflere, kağıtlar üzerinde yazılı genel kurallarla, istek ve hırslara dayanan buyruklarla varılamaz. Bunların bütün olarak gerçekleşmesini sağlamak için tek kuvvet, en kuvvetli temel ekonomik güçtür… Sanayi gelişmesini ihmal etmemeliyiz. Ticaretimizi yabancıların eline bırakamayız. Bırakırsak, yurt kaynaklarını değerlendirme fırsatını kaybederiz…” “…Ben yalnız bugün için değil, özellikle gelecek yıllarda devletin memleketin refahını sağlama açısından, mali bağımsızlığına büyük önem veriyorum. Bizim bugünkü uğraşımızın amacı tam bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık ise ancak mali bağımsızlık ile gerçekleşebilir. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olursa, o devletin yaşantısını sağlayan bütün bölümlerinde bağımsızlık felce uğramış demektir.”
Atatürk, uzun yıllar boyunca Osmanlı Devleti’nin sağladığı kapitülasyonlarla Anadolu’yu bir Pazar olarak kullanan finans çevrelerine Türkiye’nin herhangi bir projeyi, ancak ülkenin çıkarları ve iktisadi bağımsızlık doğrultusunda olduğu takdirde görüşebileceğini öğretmiştir. Bu gerçeğin tekrar hatırlanması ve Atatürk’ün konu ile ilgili aşağıdaki sözleri günümüz ülke ekonomisine örnek olması açısından büyük önem taşımaktadır.
“…Ülkemizde çok fazla yabancı parası var. Bu paraların desteğinde bir çok propagandalar yapılıyor. Bu yazılanların ve söylenenlerin amacı çok açıktır. Bu propagandalar; ulusal savaşımızı engellemek, ulusal emellerimizin gerçekleşmesini durdurmak ve yurdumuzu ele geçirmek için yapılmaktadır. Bunların yanı sıra; her dönemde, her ülkede ve her zaman olduğu gibi bizim ülkemizde de kalpleri ve sinirleri zayıf olan insanlar vardır. Bu insanlar olayları algılayamayan insanlar ile birlikte düşünmektedirler. Bu insanlar yurduna bağlı olmayan, zenginliği ve kişisel çıkarlarını yurdun ve milletin zararında arayan sefillerdir..”
“…Büyük devletler, şimdiye kadar bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar, oysa ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri, bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar, gerçekte ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan devlet ileri gelenleri hoşnuttu. Çünkü görünüşte azametli bir istikrar sağlamışlardı. Bunlar, ekonomik mahkumiyeti kavrayamamış bedhahlardı.”
Tam bağımsızlığın korunmasında milli kültürün rolü yadsınamaz. Milli kültür unsurları ve milli kimliğin, küreselleşmenin yok edici kültürel etkileri karşısında savunulması, kültürün ticari kalıplara sokulmaması, tüketimin bir parçası haline getirilmemesi gerekmektedir. Genç nesiller benlikli ve kimlikli, milli değerlere sahip çıkan, evrenselliğe milli kimliğiyle katılabilir şekilde yetişmelidirler. Bu sürecin gerçekleşebilmesi için basın–yayının küreselleşme merkezlerinin denetiminden uzak olması gerekmektedir.
S O N U Ç
Bugün, değişen dünya stratejileri ve sorunları ile çevrili Türkiye’nin bunlara karşı mücadelesinde en isabetli ve etkili yol, her şeyden önce Cumhuriyetin temelini oluşturan ATATÜRK ilkelerine ve onun kurmuş olduğu demokratik lâik düzene milletçe sahip çıkmaktır.
Ulusal bağımsızlık savaşını kazanmada, nasıl ki hareketin kaynağını milletin kendisi olduysa, çağdaşlaşma savaşının kaynağı da yine milletin kendisi olmuştur. Bilindiği üzere, Atatürk’ün Büyük Nutku, Türk gençliğine hitabesi ile sona erer. Cumhuriyeti Türk gençliğine emanet eden Atatürk’ün bu kitabesi bir bayrak olarak genç nesillerin önünde dalgalanmış ve gençliğe ışık tutmuştur. O, Büyük Nutkunu, mâ zi olmuş bir devrin hikayesi olarak takdim etmektedir. Bunda, gelecek nesiller için dikkat edilmesi ve daima uyanık bulunulmayı gerektiren önemli noktalara işaret edilmektedir.
Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle millî varlığı, birliği ve bağımsızlığı ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele gereğini ve millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakâ rlıkla savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün manevi gücüne bu özellik ve yeteneklerin aşılanması önemlidir. Sürekli ve müthiş bir mücadele şeklinde beliren milletlerin hayat felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu özelliği büyük bir şiddetle istemektedir. Nitekim bu konuya dikkat çeken Büyük Atatürk şöyle demektedir :
“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’ nin bağımsızlığına, kendi benliğine, millî geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. ”
Enstitüler ve Araştırma Merkezleri Milî Mücadeledeki insan tipini tespit etmeleri gerekir. Çünkü biz bu insan tipiyle Kurtuluş Savaşını yaptık ve bu devleti kurduk. O halde siyasal ve ekonomik bağımsızlığımızın teminatı olan Kuvâ -yı Milliye ruhu yeniden oluşturulmalıdır.
Türk Milleti gerek Kuvâ-yı Millîye döneminde gerekse bugün; “özgürlük için özgürlük” adına vatan coğrafyasının ve devletinin bölünmesine yönelen gidişi hiçbir zaman kabul etmemiştir. Daha önce de açıkladığımız gibi, milli demokrasilerde egemenliğin gerek ekonomik, gerek siyasal, gerekse kültürel alanda- kayıtsız şartsız milletin olması, millete dayanması gerekir.
Türk milleti, yakın tarihin ilk “milli kurtuluş savaşı”nı vermiş ve “ya tam bağımsızlık, ya ölüm” parolasını tam bir içtenlikle uygulamış bir millettir. Hem de sadece ülkesini işgal eden emperyalist güçlerin bu fiili işgaline son vermek ve ülkeyi yabancı askerlerden temizlemek amacıyla değil… Daha önceki yüzyıllarda, dolaylı yollardan kapitalist ve emperyalist ülkelere sağlamış olduğu ayrıcalıklar yüzünden, ekonomik, mali, adli, kültürel alanlarda bağımsızlığını geniş ölçüde kaybetmiş olan eski devleti, Atatürk’ün önderliğinde bu kötü miraslarından kurtarmak ve yeni devleti bütün ipoteklerden arınmış tam bağımsız olarak kurmak amacı benimsenmişti ve bu amaçtan hiçbir koşul altında uzaklaşılmamıştı.
“Bir devlet ki kendi vergilerini koyduğu bir vergiyi yabancılardan alamaz. Gümrük işlerini, vergilerini ülkenin ve milletin gereksinimlerine göre düzenlemekten alıkonulmuştur. Ve bir devlet ki, yabancılar üzerinde yargılama hakkını kullanmaktan da yoksundur. Elbette böyle bir devlet bağımsız olamaz.”(6)
80 yıl önce askeriyle, topuyla, tüfeğiyle saldırıp yurdu muzu işgal eden düşman kuvvetlerini kahraman arkadaşlarıyla birlikte yenerek dışarı atan Atatürk’ün bize bıraktığı bu değerli mirasa lâyık mıyız, bilemiyorum.
Çünkü onun öğütlerini yeterince dinleyebildik mi ? Onun çizdiği yolda ilerleyebildik mi ? Onun gösterdiği hedeflere ulaşabildik mi ?
Ölümünün üzerinden tam 66 yıl geçmesine karşın, adı hiçbir gün dillerden düşmeyen, aydınlattığı yolda düşe kalka olsa da ilerlemeye çalışan bir milletin, sadece onun ilke ve devrimlerine bağlanarak ayakta kaldığı bir lider, dünyada yok…
Her cephede savaşan ve nihayet Birinci Dünya Savaşı’nın ağır yenilgisiyle parçalanan bir Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyetini yaratan Atatürk, Türk insanına öncelikle bir “millet” olma onurunu kazandırdı…
“Ne mutlu Türküm diyene” sözüyle bu onuru ellerimize teslim etti…
Oysa bugün, bu güzel ve anlamlı özdeyiş bile sulandırılıyor…
“Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım diyene” gibi bir lâf cambazlığıyla siyasi yatırım peşinde koşanlar var…
Sadece bununla mı kalıyorlar?..
Atatürk’ü dinsizlikle suçlayanlar, siyasi manevraya geçmeleri gerektiğinde laiklik ilkesini “dinsizlik” olarak gösterebiliyorlar…
Kurduğu cumhuriyetin artık işlevi kalmadığını ileri sürerek, ikinci Cumhuriyet abukluğuna saplanabiliyorlar…
Bir de her işlerinde Atatürk ve Atatürkçülüğü bir kalkan, bir kılıf yapmaya çalışanlar var…
Bunlar, ülkede “en sıkı Atatürkçü” geçinenler…
Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan, her lâfının önünde veya arkasında Atatürk olan, ama onun aydınlanma devrimiyle zerre kadar ilgisi bulunmayan, böyle kavramları hiç bilmeyen bir takım çıkarcılar…
Onları da dernek, vakıflar, sendikalar ve benzeri sivil toplum örgütlerinde bol bol görüyoruz… Hele bu örgütlerin kongrelerinde adaylar, seçmenleri tavlamak için Atatürk’le yatıp Atatürk’le kalkıyorlar, dillerinden Atatürk’ü düşürmüyorlar…
İşte bu Atatürkçüler de en az Atatürk düşmanları kadar tehlikeli…
Son grupta takiyeciler yer alıyor…
Hayatı boyunca Atatürk ilke ve devrimlerine karşı çıkmış, Atatürk için ağza alınmadık lâf bırakmamış olanlardan bazıları da, zoru görünce veya o günkü siyasetin gereği en sıkı Atatürkçü oldular…
Ama bütün bunlara rağmen, Türkiye’de Atatürk’ün ve onun ilkelerinin bayrağını taşıyanlar eksilmedi, aksine çoğaldı…
Bağımsız son Türk Devleti’ni, ülkesi ve milleti ile bölmeyi amaçlayan bazı çevrelerin yüreklerden sökemedikleri Atatürk’ ü, hafızalardan silme çabaları pek de yadırganmamalıdır. Elbette “Misâ k-ı Millî ” yi çizen, elbette ülkesi ve milleti ile bir bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti’ ni kuran, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözlerini bayrak bayrak dalgalandıran ATATÜRK sevgisi ile dolu, benlikleri Atatürk ilkeleri ile yoğrulmuş Büyük Türk Devleti, Onu her zamandan daha fazla aramakta ve sevmektedir.
Dileğimiz odur ki, ona olan sevgimiz o özlemlere cevap teşkil edebisin. Atatürk’ le, gerçek Atatürkçülerle hasret gidererek, Onunla yeniden Anadolu’ ya ayak basalım. O’ nu anarak, çağdaşlaşma, büyük devlet olma mücadelemizde Onun ilke ve devrimlerinden ilham ve güç alalım.
Biz Atatürk’ ü, bu güzel ve kutlu ülkeyi, aziz vatanımızı parçalanıp, yok olmaktan kurtaran büyük bir mücadeleyi gerçekleştirdiği için seviyor, ona ve silah arkadaşlarına şükranlarımızı arz ediyoruz. Bugün büyük Atatürk’ ün kurduğu ve bize emanet ettiği bu güzel ülkede yaşamaktan gurur duyuyoruz. Bu gururun verdiği huzur ve mutluluğu çocuklarımızla yaşamağa devam edeceğiz. Ne Mutlu bizlere ki, en bedbaht, en umutsuz günlerimizde bize yol gösteren ışık tutan bir liderimiz olmuş ; O’ nun ilkeleri ve devrimleri güçlü bir meşale gibi önümüzü aydınlatmaya devam edecek.
Atatürk’ün, yaşamı boyunca uyguladığı bağımsız, çağdaş milli devlet politikasının ışığında yapılması gereken; Atatürk’ü yeniden anlamak, yeniden yorumlamak ve ülke geleceğini O’nun gösterdiği doğrultuda oluşturmaktır. Ulu önder, kutsal, bir o kadar da sorumluluk gerektiren, gösterdiği çizgide Türkiye’nin ilerlemesi görevini biz Türk Gençlerinin omuzlarına yüklemiştir. Asırlar boyunca kudretini dünyadaki tüm milletlere kanıtlamış olan Türk milletinin evlatları olan “Bizler” elbette bu yükün altından kalkacak kararlılıkta ve güçteyiz.
———————————————
1 Milliyet, 7. 10. 2004
2 Orgeneral Büyükanıt 29 Mayıs’taki konuşmasında, ”TSK’nin AB’nin bu dayatmalarını kabul edemeyeceğini” ifade etmiştir.
3Orgeneral Büyükanıt ‘ın 28 Mayıs 2004 Harp Akademileri’ndeki konferansta da belirtildiği gibi, ”eşi benzeri görülmemiş gümrük birliği” Türkiye’yi bu hallere düşürdü.
4 Türkiye Cumhuriyeti Anayasaı, Birinci Kısım Genel Esaslar, III, Madde 3
5 Türkiye Cumhuriyeti Anayasaı, Birinci Kısım Değiştirilemeyecek Esaslar, IV, Madde 4
6 Gazi Mustafa Kemal, 17 Şubat 1923 (İzmir İktisat Kongresi)